12 Eylül 2019 Perşembe

Monolog - 9

Hep bir çalışma odası olsun isterdi. Odayı ortadan ikiye bölüp bir tarafını atölye diğer tarafını ise kütüphane yapmak, bu kutuphanenin olduğu tarafta eski tip genişçe bir masa, masada bir kaç çekmece. Masanın üstünde bütün odayı kaplayan kütüphaneden alınmış bir kaç kitap, kitapların kenarlarına köşelerine notlar alınmış, bazı satırların altı çizilmiş olsun, bir taş plaktan gelen rahatlatıcı müzik eşliğinde önünde türk kahvesi... Bu manzarayı Paşa'nın Belkahve'den İzmir'e baktığı gibi izlemek isterdi.
Kütüphaneden yer kalmadığı için sağda solda duran eserlerinden birinde Rousseau'nun o pek beğendiği sözünü hanımının tuvali üzerine yazmak hayali bıyık altından gülümsetirdi onu. Tabi Rousseau çok romantik bir hayal değildi. Zaten konu da romantizm ile ilgili değil, kendini gerçekleştirme(self-actualization) ile ilgiliydi.
Sahi ya, kendini gerçekleştirme... Ama nerede?...
Gökyüzü ak-kara bulutlarla kaplı. Hint Okyanusu'nda bir yerde, dört bir taraf ufuk alabildiğine deniz. Denizde kuzular meleşmeyi geçmiş çığlık çığlığa feryat figan. Bu yaygaranın ortasında bir adam ve yüzüne saatte otuz mil ile çarpan rüzgar. Şöyle bir baktı nerede olduğuna. Sadece hayat mı suda başladı.. Bütün bu enginliğin ortasında insan kalınca bir başına, anlıyor bazı şeyleri. Felsefe mi istiyorsun, hani şu bütün gece gökyüzüne bakıp düşünürken dünyanın yuvarlak olduğunu anlayan adamların yaptığı şey, -artık ne kadar uzun baktılarsa eşyanın doğası gereği farketmişler olsa gerek- Eğer felsefe istiyorsan işte o tam da burada. Tefekkür mü? Görmez misin ki, Allah'ın lutfuyla gemiler denizde nasıl akıp gidiyor? Meditasyon mu istiyorsun? Dışarıda deniz sesi ve kokusu, dinlendir dinlendirebildiğin kadar ruhunu. Böylesine bir başlangıç noktasında insan kendini yok zannediyor. Adam güverte kadar çıkan yeni bir dalgayla düşüncelerinden uzaklaştı.
Gece üzerinden atması yürek isteyen o el yapımı kışlık yorganlar gibi örtmüştü dünyayı. Bulutların ardında ay, soluk ve bezgin ışıyor. İkinci Dünya Savaşı öncesi Avusturya'sında geçen romanlardaki o puslu karanlık sokakların buhranını hissettiriyor insanın ruhunda. İşte orada Sedir yıldızı. Kraliçe'nin baş tacı. Denizler geliyor dört nala, denizler geliyor kabara kabara, denizler denizler... Az önce yine güverteye kadar çıktı denizler. Savaşçı düşmüş yediz kız kardeşin peşine, binlerce yılın kovalamacası bu.
Bu varlık içinde yokluğu hissetmek.. Bu ihtişamlı azamet karşısında acziyeti iliklerine kadar duymak. Kendini gerçekleştirmek demiştik değil mi? Hangi kendini?

Ferhan Abi'nin müsadesi ile...

Gün doğuyor gök bulutlu turuncu
Henüz ortada yok beklenen güneş

İçimden garip bir ses
Vira demir git diyor
Denizden gelen bir ses
Sen sabahı bekleme
Geceden al demiri
Gün doğmadan git diyor

Uyanıp içimin sesine varsın bozuk oldun pusula
Sular nereye götürürse, karalar çok sınırlıdır
Dünya denizden ibaret
Vira demir eyvallah....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder