10 Aralık 2020 Perşembe

Bir Edebiyat Hatırası

Lisede bir edebiyat hocamız vardı. İsmini vermeyeceğim ama dalgın dalgın halleri, sürekli bir ızdırap çekermiş gibi duruşu ve mütemadiyen hafızasında canlı durmakla beraber asla öğrenemediğimiz acı dolu mazisinin tesiri altında ezilmiş ruhuyla hepimizin aklına kazınan hoca desem, herhalde bütün lise arkadaşlarım ismini verecektir.


Biz henüz o zamanlar hayatın farkında olmayan, ciddi ve mühim meşgaleler olduğunu sandığımız ama hepsi birer komedyadan ibaret olan şeylerle  uğraşaduruyor, "herkese benden çay" diyerek aldığı çocuk haberiyle cebindeki ay başına dahi çıkarmayacak paraları son haddine kadar savuran fakir ama gururlu baba edasıyla yalnızca o yaşlara mahsus bulunan ve yarını düşünme kaygısı olmayan o güzel günleri saçıyor, saçıyor ve saçıyorduk. Dünyanın en mühim meseleleriyle, nasıl olacak da ona sevdiğimi söyleyeceğimlerle, bence o da seni seviyor ama kıskandırmak için ötekiyle takılıyorlarla, çıkışta durağa kadar beraber yürümeyi hayalimizde bütün gün ve gecemizi mutlulukla dolduran bir destansı aşka çevirmekle, tedrisatta edebiyat ve fen olan sınıflarımızı fikriyatta sağ ve sol olarak yeniden tanımlamakla uğraşıyorduk. Bütün bu ağır sorumluluk gerektiren, gerçek manada bir şey yapıyormuş gibi hissettiren mühim meselelerimiz sanki yetmiyormuş gibi bir de üniversite kazanmak için yapmamız gereken önemsiz, anlamsız, manadan yoksun bir işimiz vardı: ders çalışmak.


Her şey olması gerektiği gibi olurken, bir sene yeni bir edebiyat öğretmeni geldi. Bizim sınıfı da okutacaktı. İlk zamanlarki durgunluğunu "herhalde ortama alışmaya çalışıyor" diyerek normal karşıladık. Bir çok edebiyat öğretmeni gibi o da derslerde konudan sapıyor, dersi bir edebiyat söyleşisi havasına bürüyordu. Lakin biraz daha farklıydı. Biran önce dersi bitirip o derin düşüncelerine tekrardan dalmak, bizi serbet bırakmak kaydı ile sınıfta bedenen bulunup ruhen geçmişinin o yakasını bırakmayan günlerini tekrar tekrar yaşadığı bir aleme dalmak istiyor gibiydi ve öyleydi. Arada sırada söyleşilerinde "mesele Zweig gibi yazabilmektir arkadaşlar" diyerek bize biraz Stefan Zweig'tan bahsediyor ve hepimizin o kudretli yazar ile ilk tanışmalarımızın müsebbibi oluyordu.


Bir gün bizden çok hüzünlü bir şarkı açmamızı istedi. Ders işlemiyordu. Şarkı boyunca gözleri muayyen olmayan bir noktaya bakarak düşündü, düşündü, düşündü... Her şey yarım metre ötemde oluyordu. Yarım metre ötemde, bir insan müthiş bir azap çekiyordu. Büyük merak ile işin aslı astarını anlamak istiyor ama saygımızdan susuyorduk. Yalnızca bir defaya mahsus olmak üzere "Hayatta bazı pişmanlıklar vardır, insan bunu aşamaz" gibisinden, şuan kelimeleri doğru hatırlayamadığım ama tahammülü zor bir pişmanlık yaşadığını ifade eden bir cümleyi ağzından belki ihtiyari belki gayri ihtiyari kaçırmıştı. O günden sonra ve o zamana kadar onun bu melankolik ızdıraptan kurtulmak istemediğine, bilakis bunu kabullenip bundan sonra iflah olmaz bir hayat yaşayacağını kabullendiğine dair bir kanaat getirdik. O yaşlardaki suni depresyonlarımızdan biz de bu tarz-ı sarhoşluğun mazoşist zevkini biliyor ve ona bu ortamı sunmak için biraz da işimize geldiğinden dersleri kaynatıyorduk.


Sabahattin Ali'nin Raif Efendisi'nin beden bulmuş hali olduğunu çok sonraları o kitabı okuyunca anladım...


Merak etmeyin hocam, hayattaki belki en büyik isteğiniz hüsranla sonlandı, belki ölüm gelene kadar vakit doldurmaktan başka gaye bulamıyorsunuz kendinizde ama daha küçük daha naif bir başka isteğiniz gerçekleşti: Artık herkes Stefan Zweig okuyor.

Çifte Kavrulmuş Adam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder